KAYBOLAN UÇURTMALAR

Bugün,bu koca şehrin dört duvarları arasında,televizyon ve bilgisayar karşısında büyüyen çocukları görünce kendi çocukluğumu düşünmeden edemiyorum. 

Bizler yaratıcıydık, elimizde televizyonun kumandası, masamızda bilgisayarımız olmadığı için yaratıcı olmak zorundaydık üstelik. Çamurlardan, kiremitlerden kaplar, oyuncaklar yapardık, taşlarla sözde odaları ayrılmış evlerimizin içine koyardık onları evlerimize almak için fazla çirkinlerdi. Gösteriler  hazırlardık birbirimize, içinde neler yoktu ki, kısa oyunlar, elbette senaristi de oyuncusu da bizdik, şarkılar, sesimi çok güzel sanırdım, yarışmalar ödülü bile olurdu (artık oynamadığımız oyuncaklar, eskimiş plastik bilezikler..) ,erkeklerin (mutlaka!) pantolonlarının üzerine etek giydiği güldürüler. Sonra saklambaçlar, yedi kiremitler, öğretmencilik sıralar apartmanın merdivenleri olduğu için, öğretmen olanın hakimiyeti yüzde yüzdü ve hiçbir öğrencinin bilmediği sorudan kaçmak için önünde oturanın arkasına saklanarak göze batmama  şansı yoktu, folklor, evet okulda folklor ekibinde olanlarımız öğrendiği figürleri arkadaşlarına öğretirdi ve bunun en büyük avantajı hiç tartışmasız onun grup başı olmasıydı, şarkılı oyunlar ve danslar, ip atlamaca, futbol erkek çocuklar o zaman da aynıydı ve biz onların oyununa ne zaman girsek, onlar orayı ter kederlerdi, onlarsız futbol da gerçekten sıkıcı olurdu bize twist yapmayı öğreten, oyunlarımız sırasında bize su dağıtan komşu kızı ablalarımız...

Bugünkü çocuklarla tek ortak noktamız belki de eve üstü başı kirli gelmek ki, onlar üstlerini nerede ve nasıl kirletiyorlar hiçbir fikrim yok. 

Evin ve okulun dışında geçirdiğimiz o özgür saatler öylesine dayanılmazdı ki, pek çoğumuzun annesinin sesi ya da babasının eve dönüşü sokardı bizi evlerimize. Yağmur altında oynamanın ayrı bir keyfi vardı ve yağmur damlaları annelerimizin kulağına ulaşacak kadar gürültü çıkarmaya başlayana dek bırakmazdık oyunlarımızı. Neyse ki, sırımsıklak saçlarımızla kapıyı çaldığımızda annelerimiz “Yağmur başladı, ben de hemen geldim” yalanımıza inanmak becerisini gösterirlerdi çokça. 

Piknik diye bir kavram vardı bizler için, papatyaların kar beyazlığına bürünmüş ağaçlıklardan kucak dolusu papatyayı taşırken, başımda papatyadan tacım olurdu mutlaka. Şimdi papatyayı yalnızca kaldırımlarda çiçek satan kadınların kucağında görüyorum. 

Hepimizin illa ki uçurtmaları oldu, babamın üzerine özenle al yanaklı keloğlan çizdiği uçurtmamın gökte salınan diğer uçurtmalardan ayrılışını gururla izleyişimi dünmüş gibi hatırlarım. Bando takımımızla katıldığımız 23 Nisan kutlamalarını bir daha hiçbir yerde görmedim.  Şehrin bir ucundan diğerine bandolarımızı çalarak ilerler ve cadde kenarlarında bizi alkışlayan insanları yan gözle izlerken öylesine gururluyduk ki, ayağımızı acıtan o sert ayakkabılarımızın farkına ancak eve ulaştıktan sonra varıyorduk.   

Hayvanları çok sevdik biz, gerçi çoğumuz için ev içine hayvan almak yasaktı ama ikinci kattaki balkonumuzda büyüttüğüm yavru kedilerin sayısını bugün ben bile hatırlamıyorum. Ve elbette içeriye hayvan alma yasağının en büyük nedeni tüyleri olduğu için, bu yasak, bir oda dolusu ipekböceği, devasa 3 akvaryum dolusu balık, birkaç tane muhabbet kuşu, su kaplumbağası sahibi olmamıza engel değildi. Ve tabii bizler biraz daha büyüdükten ve ısrar etme yeteneğimizi geliştirdikten sonra eve köpek de girecekti.

Biz ağaç dikmeyi biliyorduk, ufacık ellerimizle okullarımıza diktiğimiz çam ağaçlarının arasında kendi ağacımı bulmaya çalışmaktan, başka yerlere başka ağaçlar diktikten ve yeşerdiklerini gördükten sonra vazgeçtim. O yüzdendir ki, bugün hepimizin evlerini özenle baktığımız çiçekler süsler ve bu yüzden bu yeşilsizlik içinde yeşile açlık çekeriz.

Hepimiz bisiklet binmeyi erkenden öğrendik, evcilik oynadığımız yerlerin özgürlüğü bize yetmez oldu, gidebildiğimiz yere kadar gittik altımızdaki iki tekerleğe güvenip.

Evde geçirdiğimiz zamanlarda, renksiz televizyonumuzun biricik kanalı olan renksiz TRT biz çocuklara pek seslenmediği için, elbette yine oyunlar yaratacaktık. Bilyelerin içindeki renklere bakarak kardeşime masallar uydurur, dışarıda arkadaşlarımıza sergilediğimiz şu çok renkli programı biraz da zorla anne babama  izlettirir, resimler yapıp en çok prenses resimleri odamın duvarlarına asardım, koltuklardan biri bir sal olurdu, biz de denizde kaybolmuş iki kardeş, elbette umut hep vardı ve biz denizden balina tutup hamsi olamazdı tabi yağıyla aydınlanır ve bitmek tükenmek bilmeyen o balıkla hiç açlık çekmezdik, suyu  ve ateşi nereden bulurduk, işte bunu hatırlamıyorum, sanıyorum su ve ateş sorununu o zaman da hatırlamıyorduk.

Çok kitap okurduk, yüzlerce masal, hikaye. Birbirimize anlatacak bir film, tiyatro ya da bir bilgisayar oyunu olmadığı için, okuduğumuz kitapları anlatırdık birbirimize.

Dostluğu çok küçükken öğrendik biz, paylaşmayı, güvenmeyi, anlamayı. Belki fazla masumduk, bugünün çok gerisinde .

Ama  çocuk gibi çocuktuk , bugün bu koca şehrin dört duvarları arasında, televizyon ve bilgisayar karşısında büyüyen çocukları görünce kendi çocukluğumuzu düşünmeden edemeyecek kadar doyduk çocukluğumuza.

 

Esin KILIÇ

 

 

                                                  

BU ÖYKÜYÜ

ARKADAŞLARINIZA            GÖNDERİN

İsminiz:  
Arkadaşınızın mail adresi:

Sizin mail adresiniz:  

      

[Ana Sayfa]

[Paylaşım Dergisi]

[Fotoğraflarım]

[Şiir Sayfası]

Sizin Köşeniz

[Linkler]

[Son Şiir]

[Kimim]

[Mail]

[Misafir Defteri]

Copyright © 1997-2000 Serdal KARAKAYA